ESKİ ESER KAÇAKCILIĞI, KOLEKSİYONCULUK Ve MÜZECİLİK TARİHİMİZE BİR BAKIŞ
Bu Bildiri ;Eski Eser Kaçakçılığı, Kolleksiyonculuk ve Müzecilik Tarihimize Bir Bakış, Eski Eser Kaçakcılığının Önlenmesinde Müzayedeler, Kolleksiyonculuk ve Yasalar Sempozyumu, Yıldız Üniversitesi-Antik Dekor Dergisi, İstanbul, 10-12 Ocak 1991, (Sempozyum Konuşması, Özetleri, Antik Dekor Dergisi, S.10, Asır Matbaacılık, İstanbul, 1991, s.147-149.)'da yayımlanmıştır.
Sadi BAYRAM
" Eski Eser Kaçakcılığının Önlenmesinde Kolleksiyonculuğun ve Müzayedelerin Önemi ve Yasalar " konusunda ilk defa bir sempozyum tertiplendiğinden dolayı Yıldız Üniversitesi ile Antik ve Dekor Dergisi ilğililerini yürekten kutlarım.
Eski bir meslektaş, 1965-1972 yıllarında ÖNASYA Mecmuası'nı aralıksız 78 sayı aylık olarak yayınlayan bir kardeşiniz olarak, bu konu hepimizin yıllarını almış olup, almaya da devam etmektedir.
Muhtelif yıllarda yapılan Kültür Şuralarında, Kazı Seminerlerinde, Türk Tarih Kurumu'nun çeşitli toplantılarında, Müzecilik seminerlerinde hep bu konular dile getirilmiş olup ; her nedense arkeologlardan ve sanat tarihcilerden, etnograflardan , epigraflardan, antropologlardan teşkil edilecek bir eski eser polisi statüsü kurulamamıstır. Geç kalınmıştır. Belki bu seminer, ilğililere ve yetkililere ışık olabilir...
Arkeolojik hazinelerimize batılıların göz dikişi, batılıların Orta-doğu politikaları 1800'lerde kesin şeklini almış olup hala çok az nüans sapmaları ve ortam değişiklikleri hariç olmak üzere aynen devam etmektedir.
Batılıların bu sağlam politik görüşleri nasıl oluşmuş diye bir soru akla gelirse hemen cevaplandırmak isterim. Sağlam bir saha etüdü ve yerinde tetkikle. Elbette bunu elçiler ve diplomatik statüdeki adamları vasıtasıyla yapmamışlar, halkın arasına rahatca girecek ilim adamları vasıtasıyla gerçekleştirmişlerdir.
Mesela İngilizler; Doğu Hind Kumpanyası vasıtasıyla bu konulara el atmışlar, buraya tayin edilen memurlar bir müddet Bağdad'da bulunan Doğu-Hind Kumpanyası memuru olarak çalışmışlar, bu sayade çevrede rahatca dolaşmışlar, saha etüdleri yaparak halkın örf ve adedlerini öğrenmişler, halka güven vererek dostluklar tesis etmişler, eski antik harabelerin yerlerini iyice ögrenerek memleketlerine bildirmişlerdir. Muvaffak olanlar,kendi mütevazi imkanları işe girişmişler, daha sonra Brıtısh Museum'dan maddi destek sağlayarak kazı faaliyetlerine sürdürmüşler ve kazılarda eser bulanlar , bulup da gönderenler diplomatik statüye girmişlerdir.
Aslında Doğu- Hind Kumpanyası memurları, İngiltere'de iken asker menşeli olup, güya askerlikten istifa ederek Doğu-Hind Kumpanyası memurluğuna girmişler, petrol bölgelerini, höyükleri tesbit ederek, bugünkü Orta - Doğu haritasının ilk nüvelerini atmaya başlamışlardır.
Meşhur,Süleyman Nazif , Dersaadet'e çektiği bir telgrafta ; kazılara nisbetle, yerin üstünden fazla altında çekirgelerin olduğunu Başkente şikayet olarak bildirmesi oldukça ilginçtir.
Sir Austin Henry Layard'ın Ninive'yi bulması ise oldukca ilginçtir.
Layard, aslında hukuk tahsil etmiş, İngiltere'de başarılı bir hukukcu olamayacağını düşünerek Seylan'a hukukculuk yapmak üzere yola çıkmıştır. 22 yaşında, 13 Eylül 1839'da İstanbul'a gelmiş, Bursa, Kütahya,Afyon,Karaman,Mut,Silifke,Tarsus yolu ile Adana'ya ulaşmış, Beyrut yolu ile 10 Şubat 1840'da Küdüs'e gelmiş, Hacı olmuştur. Burada
İbrani ve Mısır medeniyetlerini incelemiş, Şam, Birecik, Urfa, Mardin,Nusaybin,yolu ile Musul'a gelmiş, Fransızlar'ın eski Ninova şehrini bulmak için kazı yaptıklarını görmüştür. Üç yıl Mezopotamya ve güney-batı İran dolaylarında dolaşmış, arapca ve farscayı iyice öğrenerek, Seylan'a gitmekten vazgeçmiş, Bagdad'da kalmıştır.
İran- Osmanlı sınır anlaşmazlığında Basra'daki, Şattül-arap mevkiindeki Muhammara bölgesinin Osmanlı İmparatorluğu'nda kalması için bir rapor yazmış ve şöyle demiştir : " Kannatimce bu iki nehir ileride çok önemli ticari ve askeri yollar haline geleceklerdir. İngiltere'nin menfaati Basra deltasının kendisine düşman olmayan bir devletin elinde bulunmasını gerektirmektedir." demektedir. Nitekim İngilizler 15 Aralık 1914'de Birinci Dünya Harbinde buradan çıkarma yapmışlardır.
Layard, bir müddet sonra Bagdad Konsolosu ile birlikte İstanbul'a döndü, bu sırada Sadrazam Reşid Paşa ve Ahmet Vefik Paşa ile sıkı bir dostluk kurdu.Bazı geceler Ahmed Vefik Paşa'nın evinde kalarak sohbete devam ederek sabahladı, güneş doğarken evi terk etti.Bir hıristiyanın müslümanın evinde gece yatısına kalması o devirde hoş görülmezdi. Edebiyat sohbetleri, bu adeti de yıktı.1845-1847 yıllarında, Fransızlar'ın Fırat Nehri sol yakasında arayıp bulamadıkları antik Ninova'yı Layard, Fırat'ın sağ yakasında aradı ve bulduğu eserleri Brıtish Muesum'a kazandırdı. Kendisine fahri doktorluk payesi verildi, kazı kitapları hemen yayınlandı ve " Sir " ünvanını aldı. 1849'da İstanbul'a ateşe oldu, 1852'de Dışişleri Müsteşarlığına atandı, milletvekili oldu. 1878'de İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi oldu. Kıbrıs Adası'nın İngilizler'in eline geçmesinin mimarı oldu.
Layard'ın yardımcısı, 1826 Musul doğumlu Rassam Hormuzi'nin ise O devrin Osmanlıca belgelerinde geniş yer aldığını söylemeden geçemeyeceğiz. 1846'da Aden'de İngiliz Konsolosluğu tercümanı olan Rassam Hormuzi,1856'da Sefaret Ateşesi olur ve 1864'de Habeşiştan'na tayin olur. Habeş Kralı Theodor, işlediği bir suçdan dolayı diplomatik statüye rağmen iki sene hapislerde çürütür.
Rassam Hormuzi, Ninova'da kazılara devam etti,Assurbanibal'ın bir tapınağı ile teraslı bir şehiri ortaya çıkardı.
Meşhur Schlieman, Truva hazinelerini bulmak, kazılar yapmak için Müze-i Hümayun'dan resmen izin almıştır. Meclıs-i Maarif-i Kebir'in 21 Eylül 1878 tarih ve 13 numaralı yazıda : " Hisarlık nam mahalde iki sene müddetle hafriyat icrasına mezun olan Mösyö Schelieman'ın refakatine verilen Kadri Bey'e muvakkaten verilen talimatdır " başlıklı yazı 6 maddeden ibaret olup, 13 Ağustos 1878 tarihli ruhsatname ve Asar ı Atika Nizamnamesine mutlak uyulacak ve bulunan eserler gün be gün kaydedilecek, denmesine rağmen netice ne olmuştur ?
Schelieman Truva Hazinesi emarelerinin belirmesi üzerine kazıya birkaçgün ara vereceğini bildirmesi ve bir gece hazineyi bularak Atina'ya kaçırması, oradan da Avusturya, Rusya ve Almanya'ya gitmesi, pazarlama imkanlarını araştırması ve kaybolan insanlığın ortak malı , kültür değerlerimiz...
Yönetmelik çıkarıldı, kazı komseri tayin edildi. Gerekli talimatlar verildi.. İşte netice. Kanun ve nizamlar, insanların uyması varsayımına göre yapılıyor. Uyulmazsa ne oluyor ?
Osmanlı Devleti'nin Atina'daki Elçiliği tarafından Paparifo Polo isimli bir avukat tutulmuş , Hariciye Vekaleti Avukatı Mösyö Parnis'in de mütaalasıyla, avukata vekalet verilmesi için Bab-ı Ali'ye 4 Mayıs 1874 tarihinde bir tezkere yazılmıştır.
Müze-i Hümayun Müdğürü Dethier, Atina'ya gidiyor, dava açıyor,
protesto yayınlıyor. Protesto metni aynen şöyledir :
" Mösyö Şiliman Kal'a-i Sultani'de Hisarlık nam mahalde bulmuş olduğu altun ve gümüş ve bakır ve toprak ve mermerden masnu asar-ı atikayı hafiyyen kaçırmış ve eşyayı mezkurenin Müze-i Hümayun ile kendi beyninde nısfiyyet üzere taksimini icra etmemiş olduğundan eşyayı mezkurenin her nev'i hibe ve bey'i keenlemyekun hükmünde olduğunu ve her nerede bulunursa dava ve ahz olunacağını Devlet-i Aliyye cümleye ilan eder . 6 Haziran 1874 "
Olan olmuş, meşhur Truva hazinesi kaçırılmış, daha sonra kaybolarak izine rastlanmamıştır.Bugün arkasından ağlayacak değiliz,ancak; yeni Turuva Hazinelerimizi mıhafaza etmenin yollarınıaramamız gereklidir. Herşey kanunla maalesef olmuyor.Belli bir kültür birikimi lazımdır. Kolleksiyonculuk, bu mesleği ve eserleri sevdirmek, saydırmak için akla gelen ilk yoldur.
Schelieman, bir arkeolog değildi. Bir maceraperestti. Ancak tarihi destanları çok okuyan, onlardan neticeler çıkarmasını, destanları toponomiye uygulamasını bilen zeki bir kişiydi. Bu bakımdan; benim konum değil demek, hatalı bir davranıştır. Kendini bu ilme veren Herkes bir kolleksiyoncudur. Herkes bir arkeolog olabilir,öğrenmenin yaşı da yoktur...
Çek bilgini Horozny, Mısır Hieroglif yazılarını cephede savaşırken çözdü. Schilieman, meşhur Truva Hazinelerini okuyan okuya buldu. Mesleği ne arkeolog, ne de sanat tarihci idi. Ama, eski kaynakları çok okuyordu.
Görülüyor ki,19. yüzyıl sanat hazinelerini bulan insanlar
meslekten olmayıp, meraklı ve çok okuyan insanlardı.
İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde bulunan meşhur İskender Lahdi, Sidon'da Köylüler tarafından tesadüfen bulunmuş, İstanbul'a bir yazı ile durum bildirilmiş, Osman Hamdi Bey de ,Kadri Bey'i Sayda'ya göndererek,lahdin bulunduğu mezar odasından çıkartılıp - alıp İstanbul'a getirmiştir. Bu güne kadar literatürde meşhur lahdi Osman Hamdi Bey'in bulduğunu biliyorduk.
Tarih, yeni bulunacak vesikalarla, ileride çok şeyi değiştirecek, düzeltecektir...
Alman Demiryolları memuru Carl Humann , Bergama Sunağı'nı bulduğu zaman; Alman Elçisi, İmparatorumuz bu eserlerden çok hoşlanır. müsaade buyrulursa, Bergama Altarı'nı Almanya'ya götürelim , dediğinde, Padişah'ın, bizde bu taşlardan çok var, istediğinizi götürün demesi düşündürücüdür. Eski eser yağmasında, bu sözlerin geniş payı vardır.
Bu konuya biraz detaylı olarak girmek istiyoruz. Elimizde 25 adet belge var.. Özetleri bile bir seminer konusunu aşmakta. Dolayısıyla bu konuyu başka bir seminere bırakıyor ve özetle şu bilgiyi vermek istiyoruz :
Bergama'da Almanların yaptığı kazı resmi müsaadeli bir kazıdır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu'nun o tarihlerde yetişmiş elemanları olmadığı için, kazı komserleri yabancı dil bilmedikleri için, kazı komserliklerine ekseriyetle azınlıklar gönderilmiştir. İçlerinde değerli zatlar vardır. Fakat, ya acemilikleri, ya her haliyle mükemmel, kırılmamış eserlerin Müze-i Hümayun'da teşhir edilebileceklerini zannettiklerinden, veya satın alındıklarından, çıkan eserlerin hep müzelik olmadığına dair tutanaklar tutmuşlar, Osmanlı devleti'ne kalan çeyrek hisselerin, önemli olmadıkları, etütlük parçalar olduğunu belirterek, eserlerin elden çıkmasına göz yummuşlardır.
İstanbul'daki Alman Elçiliği, devamlı Bab-ı Ali'ye baskı yapmış, Alman Devletine resmen iltimas yapılmasını, resmi yazılarında fiilen belirtmişler, diplomatik gücün yetmediği yerlerde ise, bilirkişilerce
takdir edilecek parayı vermeye hazır olduklarını, zira Alman Prensi'nin bu eserleri mutlaka Berlin'de görmeyi arzu ettiklerini, resmi yazılarla, şifahi olarak sık sık beyan etmişlerdir.
Bergama Kazılarında Osmanlı İmparatorluğu hissesine kalan 1/3 hisesenin, önemli parçalar olmadığı, teşhire değer bulunmadığı, Almanya'ya giden 2/3 hissenin devamı olduğu belirtilerek; 70 sandıkta bulunan 1917 adet eser için 20.000 Frank ödeyerek Bergama Altarı'nı tamamlamışlardır. Berlin Müzesi Direktörü Mösyö Bon,İzmir Asar-ı Atika Me'muru Baltacızade İzzetlü Dimosten Bey, Bergama Kazı Komseri Bedri Bey'in müşterek raporu üzerine; Osman Hamdi Bey, Müze-i Hümayun, Maarif Nezareti, Babı Ali ve Padişah aldatılmış ve ferman çıkmıştır.
Şimdi ise, Bergama Belediye Başkanlığı bir kampanya başlatarak Bergama Altarı'nın ülkemize, vatanına geri dönmesi için çalışmalara başladığını sevinerek duyurmak isteriz. Dışişleri ile Kültür Bakanlığımızın da gerekli girişimlerde bulunacağından eminiz.
Bunları sebebi ise,o tarihlerde hakiki manada yetişmiş eleman
ve müze bulunmamasıdır. Ohalde Müze tarihine de kısaca bir göz atalım :
1847'de Ahmet Fethi Paşa tarafından ilk Müze kurulur.1872'de Alman Dethier , Müze-i Hümayun'a müdür tayin edilir ve ilk 1874 yılında ilk Asar-ı Atika Nizamnamesi yayınlanır. 1868 yılında Revue Archeologique dergisinde Albert Dumont'un yazısında ilk Türk Müzesi St. İrene'den bahseden bir yazı yayınlanır.( )
1874 tarihinde ilk Asar-ı Atika Nizamnamesi yayınlanır.
Arkeolojik kazılarda bulunan eserlerin 1/3'ü Müze-i Hümayun'a ,1/3'ü toprak sahibine, 1/3'ü kazı yapana verilmesi;takas yapılması,kıymet takdiri yoluyla Müzelik değerde olmayan eserlerin ihracına müsaade edilir.
Yabancılar, bu hükümlerden yararlanmasını çok iyi bilirler. Zaten hazırlayan Alman Dethier'dir. Osmanlı Topraklarının yağmalanmasına resmi kılıf bulunmuştur.
Ocak 1875'de Müze Okulu açılması teklifi, Maarif Nezareti'ne
sunulur. ( )
1881'de Sadrazam Ethem Paşa'nın oğlu ressam Osman Hamdi Bey Müze Müdürlüğüne atanır. Kazılar başlar, Nizamname yenilenir. Çinili Köşkte bulunan Müze için yeni bina yapılmasına karar verilir. Şimdiki Arkeoloji Müzesi'nin temelleri bir törenle atılır.
İstanbul Arkeoloji Müzesi yarım kalan İnşaatına devlet tahsisat ayrılmadığı için , Müze Müdürü Osman Hamdi Bey'in Sultan II.Abdülhamid'e cesaretle yazdığı mektupta, bir yıllık maaşını müze inşaatına bağışlamak istemesi; II. Abdülhamid'in de sen Devleti Şahaneden daha mı zenginsin, maaşını kendin al, Müze inşaatının masrafı Hazınemden karşılanacaktır, cevabı ve derhal tahsisat gönderilmesi müze ve müze kolleksiyona Devletin en güç mali şartlarda dahi verilen önemi açıkca göstermektedir.
Diğer taraftan eski Başbakanlarımızdan Suat Hayri Ürgüplü'nün babası, Evkaf Nazırı Hayri Efendi, 1913'de Evkaf-ı İslamiye Müzesi kurması, müzelik malzemeye verilen önemi göstermektedir. O devirde cami ve türbelerden çalınan halı, şamdan, levha,tezhipli el yazmaları, sanduka ve ahşap eserler,çini parçaları İstanbul Süleymaniye Külliyesi'nde bulunan imarette toplanmış ve burada müze tesis edilmiş, yönetmeliği de o tarihlerde çıkarılmiştir. Ancak, bir hırsızlık olayından ötürü Maarif Vekaletine devredilmiş olup, bugünkü Ibrahim Paşa Sarayı'ndaki Türk-İslam Eserleri Müzesi, eski Evkaf-ı İslamiye Müzesi'nin geliştirilmiş şeklidir.
Cumhuriyet Devri'nde de aynı konular gündemde kalmış, Maarif Vekili Hamdullah Suphi ( Tanrıöver), Ulusal bir müze yapılmasını istemiş, Eskı Ankara Namazgahı'nın yerinde,Ankara Etnografya Müzesi temel atma töreninde yaptığı konuşmada bu hususları dile getirmiştir. Daha sonra, Milli Müze ismi, her nedense, Etnografya Müzesi adına dönüşmüş ve 1929'da hizmete açılmıştır. Bugün ise, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Etnografya Müzesi'ni maalesef gölgede bırakmış bulunmaktadır. Ankara'ya gelen yabancılar , öncelikle Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ni gezmektedir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ile Ankara üniversitesi Dil ve Tarih-Cografya Fakültesi'nin ilğili bölümleri mezunlarını verip, kendi öz sanatımızı yabancılardan öğrenme yerine, kendi sanatımızı yabancılara biz öğretmeye başlayınca, durum değişmiş, millet de bilinçleşmeye başlamştır.
Müze Araştırma Görevlilerinin kazılara , kazı komseri olarak hükümet adına katılmaları, yabancı hafirlerin eski eser kaçakcılığına karışmasına bir çeşit engel olmaya sebeb olmuş olup, bu tedbir de gerçek çözüm olamamıştır.
Çatalhöyük kaşifi, meşhur İngiliz arkeolog Prof.Dr. James Mellard'ın Türkiye'de kazı yapmasına izin verilmemesi; eski definelerden ele geçen parçaların yayınlanmaması ve kaçak buluntulardan devlete haber verilmesi zaruretini diğer hafirlere hatırlatması,ders vermesi bakımından bir misal teşkil etmiştir.
Ancak; eski hocalarımızın gazetelere yansıyan beyanatlarında açıkca görülebileceği üzere hadise halen küllenmiştir.Savcılık tarafından açılan dosya, af kapsamına girdiğinden, yıllar önce düşmüştür. Aradan 35 yıl geçti. Bu bilmece hadise, bu eski eser kaçakcılığı gün yüzüne çıkmadı. Bu oldukca uzun bir süre..
Kaçak kazıda bulunan eserler, Yortan kültürünün eşsiz örnekleri olması ve bu kültürü yansıtması bakımından olduğu gibi Mısır kültürü ile Anadolu kültürünün ilişkisini göstermesi bakımından da dünya tarihi için önemli bir kaçak kazı ve buluntulardır. Milliyet Gazetesi'nden rahmetli Turhan Aytül hadise üzerine oldukça cesaretle girdi. Netice alamadı. Fuayede Safi Eskin Arşivi'nden alınan ve tarafımızdan hazırlanan Sergide bunları görmek mümkün.
Profesör James Mellard, bugün hayattamıdır bilmem. Zengin ve etkili bir Türk ailenin de damadı.1991'de yaşının tahminen 85 dolaylarına geldiğini söylemek mümkün.. Mellard, dünya çapında meşhur bir arkeolog.. Bu yaşta, artık şan ve şöhrete,para ve mevkiye,yalana ihtiyacı olabileceğini sanmıyorum. Mellard, insanlığa, bilme, mesleğe son vazifesini yapmağa davet ediyoruz. Bu seminer'in belki 45 yıllık, hayal veya hakikat bir kaçakcılığı ortaya koyması,yanlış veya doğru bilğilerin hafızalarda lüzümsuz kalmasını önlemesini diliyorum. Bizlerin yetişmesinde katkıları olan ve aramızda, o tarihlerde müzelerde görevli ağabeylerimiz, üstadlarımız var.Allah uzun ömürler versin..Doğruların ortaya çıkması için yayınlananların dışında bildiklerini veya duyduklarını açıklarlarsa, sayın başkan da müsamahalı davranırsa, belki bir mum ışığı bizi aydınlığa çıkarabilir. Ümitsiz de yaşanmaz...
1958 yılında Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü Müdürü olan Seton Lloyd , yardımcısı James Mellard'a ".. Allahım bu bir bombadır...bunu derhal Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bildirmelisiniz " diyor.Bir başka soruya ise daha sonra şöyle cevap veriyordu ".. Bu konuda biraz sonra benim bilgim oldu, fakat bu adam gerçeği ta baştan söylememekle delilik etti ".
Gerçekler geç de olsa, ortaya çıkmalı, eserlerin asıl sahibi olan
Türk milletine iade edilmelidir. Eğer bu konu Mellard'ın hayalinde yarattığı eşşiz bir kazı ise, bu da ortaya çıkmalıdır. Ancak, gazete neşriyatına yansıyan belğeler, kazının hayali olmadığı yolunda ciddi belirtiler göstermektedir.
19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar Anadolu
medeniyetleri ürünleri soyulmuş, batıya kaçırılmış ; veya eserlerin kıymeti bilinmeden bazen çöpe, bazen sobaya atılmış,bazen de eskicilere, sahhaflara satılmıştır kültür hazinelerimiz...
Harf inkılabında binlerce el yazması nadide eser, kanunun yanlış anlaşılmasından dolayı, ya yakılmış, ya toprağa-mezarlıklara gömülmüş, veya nehir ve denizlere atılmıştır. Bu arada bazı eski yazı kitabeler ya kazınmış veya sıvanmıştır. Kısa sürede durum açıklığa kavuşmuşsa da iş işten geçmiştir.
Camilerdeki birçok antika halı ve kilimler, makina halılarıyla yenilenmiş, eskileri ise, açıkgözler tarafından yurd dışına çıkarılmış, kolleksiyoculara satılmıştır. Bazı kaza ve köylerimizde bu iş yasa dışı olarak devam etmektedir.
1975'lerden itibaren eserlerin kıymeti bilinerek bir toparlanma başlamış ve kolleksiyonculuk fikri halkımıza ulaşmış,ve yayılmış 1982'lerde yapılan kanun değişiklikleriyle kolleksiyonculuk yapmak eskiye nisbetle basitleştirilmiştir.
1960 yılında James Mellard, Hacılar Kazısını kesince, o devre göre köylülere bol para getirmesi sonucu 1962 yılından itibaren fırınlar kurulmuş ve ilk taklit Hacılar Seramiği Batı müzelerine girmeğe başlamıştır., Avrupa ve Amerika Müzeleri ile batılı kolleksiyonuların eline, bol miktarda imitasyon taklitler gelmiş , eskileri ile ayırt edilememeyecek ölçüde taklitler yapılarak profesör arkeologlar dahi atlatılmıştır. Bu şekilde taklit sanayii de doğmuştur.
Amerikan Posta İdaresi, Yani Nato'ya girmemizle ülkemizde bulunan Amarikalı ve diğer devletlerin askeri postaları,gümrük veya benzeri Türk Polis Teşkilatınca aranmadığı, konrol mekanizmasından uzak olduğu için,koliler halinde eski eserler, yurt dışına gönderilmiştir.
Alanya'da 19 Temmuz 1967'de Hollanda'nın Birleşmiş Milletler Temsilcisi Henrik Vas'ın otomobilinde 14 heykel,13 vazo, 2 gözyaşı şişesi bulunması, diplomatik kuryelerle nasıl eser kaçırıldığını bize hatırlatması bakımından entresandır.
Amatör ve profesyonel su altı dalgıçları, yat turizmi kanalı ile eserleri yurd dışına taşıyorlardı.
Ayrıca, Gordion ve Side Müze depoları soygunu,sebebleri yine
üzerinde düşünülecek konulardır.
Muhterem Hocam Ord.Prof.Dr.Ekrem Akurgal, 14.1.1971 tarihinde Milliyet Gazetesine yazdığı bir makalede, son 15 yıl içinde kaçırılan eserlerle müstesna değerde bir müze kurulabilirdi, diyor.
Eski eser kaçakcılığının önlenmesi, polisiye tedbirlerle değil, eser bulan vatandaşlarımıza hakiki ücretlerini ödeyerek, eserleri müzelerimize çekebiliriz. Müzelere gerekli ödeneklerin verilmesi lazımdır. Maliye Bakanlığına da bu işin önemi anlatılmalıdır. Yanılmıyorsam 1970'lerde Ankara Etnografya Müzesi'nin maksimum satınalma rayici 5 bin lira, Anadolu Medeniyetleri ve Topkapı Sarayı Müzelerinin 10.000 Tl. idi.Üniversite mezunu elemanlar da ilk işe girişte 395 Tl. ücret alıyorlardı. Yani 35 lira asli maaşla.
Hüseyin Kocabaş'ın kolleksiyonu meşhur olup literetüre girince, Yapı ve Kredi Bankası,el sanatlarına değer verince, sanayicilerimiz batılı sanayi kuruluşlarının hobilerini fark edince, yerli milyarderlerimiz eski sanatlarımıza, kolleksiyona merak sardılar.Sadberk Hanım ve Sabancıların, bu konulara ilgi duyması, kolleksiyonculuğu geliştirdi. Her zaman başımızın tacı olan kadınlarımız ise bu işi hızlandırdı,milli kültürümüzün nadide eserleri bu sayede vatanda kaldı.Eğer Sanayicilerimizin, zenginlerimizin kolleksiyon merakları olmasa idi, bunlar çoktan batı müzeleri veya kolleksiyoncuların eline geçerdi.
Şimdi ise, batılılardan örnek alan zenginlerimiz, eski eserlerimize, bilhassa tablolara milyonlarca, hatta milyarlarca ücret ödeyerek satınalmakta ve kolleksiyonculuk fikri yavaş yavaş gelişmektedir. Zira, eski esere,tabloya yatırılan ücret kısa sürede fiatı artarak, enflasyondan etkilenmemekte, arz azalarak , talep gün geçtikce artmaktadır.
İstanbul'da Galata Kulesi altındaki bit pazarları,ile Ankara'daki Samanpazarındaki eskiciler ; bugün yerini modern atikacı dükkanlarına bırakmış bulunmaktadır.
Ancak. halk tanıdık-bildik olmayan esnafa da artık inanmamakta, kandırılmaktan çekinmekte; müzayedelerde, otoriter profesyonel sanat adamları tarafından kontrol edilip, asgari ve azami satış fiatlarını tesbit ettirmekte, hakiki fiatların ortaya çıkması sağlanmaktadır. Eserlerin katalogların yayınlamnası ile kesesine uygun olan, veya o parçayı arayan insan haberdar olarak alış-veriş işi daha emin ve mütekamil olmakta, alan ve satan bir araya getirilerek şüpheler izale olmakta, yurdun dört bucağına yayılmış binlerce antikacı dükkanını dolaşmaktan kişiler kurtulmaktadır. Satın alınan eserleri öncelikle müze yetkilileri ekspertizinden geçmekte, rahatlıkla kontrol etmekte, yurd dışına kaçması önlenmekte, eski eserler ülkede, ülke insanlarının elinde kalmaktadır.Bu da, milli kültür miraslarımızın gelecek nesillere ulaşmasına yardımcı olmaktadır.
Müzayedeler sebebiyle, daha önceleri yurtdışına çıkarılmış, kaçırılmış eserler ; artık, gerek zenginlerimiz, gerekse Kültür Bakanlığı kanalı ile tekrar yurdumuza girmeye , yani dönüşe başlamış, ibreler tersine dönmeye yüz tutmuştur.
Bu milli kültürümüz için sevinilecek bir husustur.
08.01.1991
------------------------O-----------------------
|