Türk İli Kitapları:
Hâmit Zübeyr (KOŞAY)
İZGÜ MESCİD
(Mukaddes Cami)
unvanlı hikâye ile birlikte Lozan Türk Yurdu müsabakasına iştirak için yazılan "Kaşgar'dan Cevap" nam
Türkçe Hutbe
Bu eser, Lozan Türk Yurdu tarafından 1922 senesinde açılan ? Türk Gençliğinin Millî Vazifesi Ne Olmaldır ? konulu müsabakada birincilik kazanmıştır.
İkinci Baskı
Sahip ve Naşiri
Kütüphane-i Sûdi
İstanbul-Bab-ı Âli Caddesi
1339-1922
Orhaniye Matbaası
3. Baskı, Ankara Ayyıldız Matbaası , 1976
İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
İstiklâl Savaşı sırasında, Avrupa'nın göbeğindeki İsviçre'de, Türk'ün hakkını savunan, Türkiye aleyhinde fesad tohumları eken ajanların entrikalarını tesirsiz bırakmaya çalışan bir avuç Türk aydını vardı. Lozan Türk Yurdu onların merkezi idi. Anadolu'ya saldıran düşman denize döküldükten sonra, mütarekenin akdedilmek üzere bulunduğu sırada, barış sonrası kalkınma çabalarına verilecek yön, üzerinde en çok durulan konu olmuştu. Bu cereyanların içinde olan Lozan Türk Yurdu 1922 yılı başlarında "TÜRK GENÇLİĞİNİN MİLLÎ VAZİFESİ NE OLMALIDIR?" adı altında bir müsabaka açtı. Pek çok aydının katıldığı müsabakayı, Macaristan'ın Budapeşte şehrinde yüksek tahsilini yapmakta olan Hâmit Zübeyr (Koşay) kazanarak birinci ödülü aldı.
" İZGÜ MESCİD" Selanik'te başlayarak, Çin Türkistanı'nda UYGUR Türkleri?nin merkezlerinden biri olan Kaşgar'da geçen bâzı vakaların hikâyesidir. Esas müsa¬baka metni bu hikâye içinde yer almıştır. Otuz sahifelik bu küçük eser, Türkiye ve Türk dünyası için ümit dolu mutlu geleceği müjdeler. Metinde açıklanan hedeflerin bir¬çoğuna bugün ulaşılmış ve millî ülkü, ölümsüz Atatürk'ün gençliğe hitâbesiyle en veciz ifadesini bulmuştur.
Ancak zikri geçen müsabakanın ilânından ellidört yıl geçtikten sonra yurt içi ve yurt dışı çalkantıların tesirleri ile ülkemiz yeni bir bunalıma sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Millî birlik, kültür birliği, iktisadî kalkınma, içtimaî adalet, insan topluluğu içinde Türklüğün şerefli mevkiinin korunması vb. bugün de çözüm bekleyen en önemli sorunlardır.
Yabancı ve sakat ideolojiler uğruna feda edilecek tek bir ferdin bulunmadığına inanarak ve "Ne mutlu Türküm diyene" düsturunu yürekten tekrarlayarak ay yıldızlı bayrağın gölgesinde birleşmemiz gerekir.
Bu düşüncelerin ışığı altında, 1922'de eski harflerle, kısıtlı olarak bastırılan ve mevcudu kalmayan " İzgü Mescid "i edebî ve içtimaî belge olarak yeni Türk harfleri ile yayınlamayı uygun gördük. Eserin, eski harflerden yeni harflere çevrilmesinde yardımcı olan ve matbaa tashihle¬rini üzerine alan Sadi Bayram'a, Kapak kompozisyonunu hazırlayan Zafer Bayburtluoğlu'na ve Ayyildız Matbaası mensuplarına teşekkürü zevkli bir borç biliriz.
Kazan Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği
VATANDAŞ !
Lozan Türk Yurdu tarafından açılan Müsabakada birinciliği ka¬zanmış olan / Izgü Mescid / ve Kaşgar'dan Cevap / unvanlı eserle, bunu takip edecek âsârın sırf millî bir gayeye hizmet arzusuyle neş¬rini deruhte ettim. Millî hars ve millî intibaha (uyanışa) yardım edecek olan bu gibi neşriyatı velev ziyan etmiş olsa dahi muntaza-man tab edeceğim. Münevver (aydın) ve müteyakkız .(uyanık) gençliğin yardım ve gayretlerini beklerim.
Sûdi
Muhterem Lozan Türk Yurdu Heyeti Edebiyesine,
Muhterem Heyet,
Türk gençliğini vazife basma çağırırken elbetde Kamçatka'dan Girit adasına kadar olan sahayı göz önüne getiriyorsunuz. Otuz mil¬yonu mütecaviz Türk milleti zihninizden resmi geçit yapıyor. Ben siz¬lerin bu kanatinizden emin olduğum cihetle Osmanlı Ülkesinin haricinde mukim Türklüğün hissiyatına tercüman olmak için hiç tered¬düt etmeden kalemimi elime alıyor, Cenevre gölünün sahilinden sadır olan ulvî hitabınıza Kaşgar'dan bir Hutbe ile cevap veriyorum.
İzgü Mescid unvanlı hikâyem müsabakadan tamamen hariçtir. Onu şöyle bir ilâve olarak sunuyorum.
lzgü Mescid'in vermek istediği fikir şudur:
Garbte (Batıda) oyunu kayp ettik (yitirdik), hiç olmazsa Şarkta (doğuda) mevkümizi tutmaya gayret edelim. Türklüğün hakiki büyüklüğü şarktadır. Garbte batan hilâlin şarkta yeniden doğması lâzım v.b.
Meseleleri bulduğuma eminim. Ancak onları hal edip edemedi¬ğimi kıymetdar (değerli) tenkitleriniz gösterecektir.
Muallim (öğretmen)
Hâmit Zübeyr
Lozan Türk Yurdu?nun 13.04.1922 tarihinde yarışmayı kazandığına dair Hâmit Zübeyr?e yazıdğı mektubun aslı
1922 senesinde açtığı müsabakada birinciliği kazanan Hâmit Zübeyr (Koşay) Bey'e, Lozan Türk Yurdu'nun gönder¬diği mektup suretidir.
Lozan, 13 Nisan 1922
Sevgili Kardeş,
Yurdumuz tarafından gecen kış açılan "Türk gençliğinin milli vazifesi ne olmalıdır?" ser levhası (başlığı) altındaki müsabakaya gönderdiğiniz eser birinciliği ihraz eylemiştir (kazanmıştır). En büyük ve en şanlı bir tarihe malik olan aziz ve sevgili milletimizin &em ve dertlerini his ve onları beyan ve tavzih (açıklamada) ey-lemekte gösterdiğiniz kudret, Lozan Türk Yurdu ve heyeti mümey¬yize azaları tarafından şayan-ı takdir ve şükran görüldü. Avrupa'da tahsilde bulunan Türk gençleri, garb ulûm ve fünunu toplarken, yeni adetler ve muaşeretler tenessül eylerken, Türk milletinin azamet ve kudretini yaşatan kuvvetli seciyeyi eyi saklamakla mükelleftirler. Türk'ün seciyesi ecdattan gelen en kıymetli bir mirastır. Yeni ha¬yata bütün vesait ve kuvvetimizle atılırken elden kaçırmamaya dikkat edeceğimiz 'en kıymetli servet bu miras bu kuvetli seciyedir. Türk'ün en münevver (aydın) tabakası en cahil svnıfı kadar kuv¬vetli bir seciye (karakter) muhafaza ederse, eserinizde gösterdiğiniz vazifeleri ifa edeceğine kani olmak lâzım gelir (gerekir). Bu mu¬vaffakiyeti ulu Tanrıdan temenni niyaz eyleriz.
Eseriniz mükâfatı olan yüz elli İsviçre Frangını havi ve namı¬nıza keşide olunan bir çeki lef fen takdim eyliyoruz. Milletimize is¬tikbalde büyük hizmetler ifa eylemek şerefini kazanmanızı diler, sevgi ve saygılarımızı yollarız sevgili kardeş.
İZGÜ MESCİD
Çinli Mahmud; muhayyelenin bulduğu bir ferd değil, Kaşgar'ın tozlu medresesinden Selanik Sultanîsine onu biz hikayeciler pîrinin izni ve bir iki satırlık yazının sihri (büyüsü) ile getirip koymadık. Bir dudağı gökte, bir dudağı yerde olan ifrit de göz açıp kapayıncaya kadar Altay'dan gelip Olimpos dağına bırakmadı. O, kendi ayağı ile geldi. Çölde deveye, denizde ise gemiye bindi. Evde kalan annesinin uzun seneler kurumayan gözyaşları, bu sözlerimin şahidi olsun.
Kaşgar'da bir âdet var.. Uzak yola çıkan yolcuları, ister âhirete, isterse Mekke'ye gitsin ezan sesi ile teşyi ediyor¬lar. Mahmud'un da evden ayrıldığı zaman işittiği son söz yanık bir ezanın titrek tehlilleri idi. Pek sevindiği, yahut pek kederlendiği zamanlarda o şimdi de evi ve evdekileri hatırına getiriyor, hayattan usandığı dakikalarda şu ezan sesi kulağına gelerek mücadele için ona yeni kuvvet veriyor, gayriihtiyarî olarak gözleriyle minareleri arıyor, onlar ise nazarlarını (bakışlarını) tâ semâlara kadar alıp gidiyorlar.
Mahmud Selânik'e geleli üç sene oldu. Padişah'ın donanma ile şehre gelişini, Mahmud Şevket Paşa askerlerinin manevra edişini, italyanların Kara Burun'a birkaç top attıktan sonra tekrar geri gidişini, hepsini kendi gözleri ile gördü yahut işitti. Balkan Harbi esnasında hususî tebliğlerde büyük zafer haberlerini okuduğu zaman Türkler'in mağlûp olacağını hiç aklına getirmiyor, üç hafta sonra Yunanlıların Selânik'e girebileceklerini hatır ve hayâline sığdırmıyordu. Harp meydanından kafile kafile yaralılar gelmeye başladığı zaman Sultanî Mektebini hastahaneye çevirdiler. Öğrenciler dağıtıldı. Memleketlerine gidemeyen otuz efendi Hilâl-i Ah-mer'e (Kızılay'a) yazıldılar. Mahmud da bunların içinde idi. Sertabib (Baştabib) ona kitabet vazifesini verdi. Mahmud ilk gün gelen yaralıların, ertesi gün de ölenlerin listesini hazırladı. Beyaz kâğıt kara yazılarla dolarken öbür taraf¬tan mezarlıklar da doluyor, Toros ve Keşiş (Uludağ) etek¬lerinde şefkatli anaların özenip büyüttüğü dağ gibi yiğitler¬den ufacık bir tümsek kalıyordu. Mahmud şimdiye kadar böyle feci manzaraları pek görmediği için, hem biraz feylesof tabiatlı olduğu için ölüme dair düşünmeye başladı. Zih¬ni bir değirmen gibi işlese de hiçbir şey öğütmüyor, boşu boşuna dönüyordu. Bütün bunlara rağmen hayat-memat meselelerine dair merakı zail olmadı. Hastalarla sık sık görüştü.
? Hemşerim nerenden yaralandın?
? Pek çok yerimden; göğsümden, karnımdan, kollarımdan. Harp fena şey efendi, insanın derisi elek gibi oluyor.
? Yaraların ağrıyor mu?
? Ah! Pek ağrıyor efendi.
Izdırap âleminden bir cihan yaratsalar, onlar bundan fazla bir şey söyleyemiyorlar. Çünkü Âdem evlâdı, balık gibi dilsizdir.
? Efendi!..
? Ne o?
? Ben çoktan eve mektup yollamadım. Ne yaparsın, bizi okutmadılar. Hem okusan da kaç para eder, böyle kırık elle yazamazdım ki...
? Eyi öyle ise, ben sana istediğin mektubu yazıveririm.
? Ay Allah senden razı olsun.
Mahmud, kalem kâğıt alıp, Kurt Hasan'ın yanına oturdu.
"Annem Ayşe kadına selâm, Fatma'ya selâm, uşaklara selâm...'" Selâm, selâm, bitmeyen tükenmeyen selâm. Ah şu valideye olan muhabbeti, zevceye olan muhabbeti, çocuk¬lara olan muhabbeti, birbirine benzemeyen sevgi ve saygı¬ları toplayan selâm bir dile gelse de onun ruhundaki heye¬canları bize anlatsa...
? Daha ne yazayım?
?İmam Efendiye selâm yaz. Hem Fatma'ya da söyle, Flurine savaşında Yunanlılarla boğuşurken, kargaşalıkta muskayı (nüshayı) gayıp etmişim. İmam Efendiye bir dane daha yazdırsınlar. Onun elleri uğurludur.
? Daha ne yazayım?
? Komşulara da selâm yaz. Hepsi haklarını helâl et¬sinler.
? Daha?
? Hastahanenin penceresinden baktığım zaman Olympos Dağı görünüyor, hem Olympos Erciyas'a pek benziyor.
? Daha?
? Köydeki leylekler hatırıma geldi. Onlara da birşey-ler yaz.
?Ne yazayım?
?Onu efendi daha eyi bilir.
Mahmud leyleklere de selâm yazdı..
? Daha ne yazayım?
? Demircioğlu buzağıları tarlaya bırakmasın, köye bir dönersem kulaklarını bükerim ha..
? Daha?
? Dün Fatma'yı düşümde telâşlı, hem ağlar gördüm. Bir daha öyle ağlamasın.
? Daha?
? Başka diyeceğim yok. Adres: Kayseri'nin Bıldırcın karyesinde Sarı Çizmeli Mehmed Ağa'dan Validem Ayşe Kadına.
Kurt Hasan, zarfın üstündeki yazıyı sıcak nefesi ile kuruttuktan sonra, yastığının altına sakladı. Hemen oradan bir tabaka çıkarıp Mahmud'a tütün sundu. Mahmud'un nazarı dikkatini çekti. Tabakanın kapağı delikti. Tütünün üstünde bir mavzer kurşunu, beşikteki çocuk gibi rahat uyuyordu.
? Bu tabaka, Yunanla ilk tutuştuğumuz zaman benim hayatımı kurtardı. Kurşun kapağı deldi ve içinde kaldı. Allah'ın hikmeti, bana bir şey olmadı. Eğer efendi kabul ederse yadigârım olsun. Tütün için benim bir ağaç taba¬kam daha var.
Mahmud çok çok teşekkür edip tabakayı aldı. Komşu karyoladaki yaralılar da ondan mektup yazmasını rica ettiler. Karanlık düştüğü için yarına yazmayı va'dederek uzaklaştı. Hizmet gören nefer gömleksiz gaz lâmbalarını daha yakmamıştı. Odanın havası pek bozuk olduğu için Mahmud gidip pencereyi açtı. Hem Vardar'ın öbür tarafından bat¬makta olan güneşi seyre koyuldu. Körfezin suları, sarı-kırmızılı alevler içinde kaynıyor, Olympos'un tepesindeki bulutlar ise yanıyorlardı. Nihayet onlar dağılıp kül oldular. Yalnız semanın bir köşesinde kurumlu bir odun parçasına benzeyen siyah bulut uzanıp kaldı. O sırada Hortaç dağından karanlıkta bir sürü gibi ovaya indi. Ayazma Camii'nin alemindeki aylar, nereden geldiği bilinmeyen bir ışık ile parlasalar da, nihayet onlar da söndüler. Mahmud, pencereyi kapayacağı sırada, başının ucundan bir yarasa gelip girdi de, bütün odayı sessiz uçuşları ile doldurdu.
Kurt Hasan Efendi, ben şu yarasadan hiç hoşlanmıyorum, dedi ve tıkanırcasına öksürmeye başladı. Mahmud eline bir havlu alıp yarasayı kışkırtmaya koyuldu. Hafif yaralı askerler de ona koşuldular. Yarasa odada epey dolaştıktan, bir defa Kurt Hasan'ın karyolasına doğru eğildikten sonra, girdiği pencereden çıkıp gitti. Mahmud pencereyi kapatıp, Hasan'ın yanına vardığında onu ölü buldu. Yanında duran bir er:
? Yarasa biçimine giren Azrail, aziz canını alıp götürdü, dedi.
-II-
Herkesin sezdiği, ancak birçoklarının kendine bile itirafa cesaret edemediği bozgunluk haberi, sonunda kara bir gerçek olup çıktı. Hasan Tahsin Paşa tarafından Selânik'in Yunanlılar'a teslimi ağızdan ağıza dolaşmaya başladı. Mahmud sokağa çıktığı zaman Hamidiye caddesinden aşağı sarkan ricat ordusunu gördü. Silâhları henüz omuzlarında idi. Lâkin heyhat! Onu düşman depolarına teslim için taşıyorlardı. Mahmud birçok hüzünlü çehreler görmüş, ana-babasını kaybeden yetimlere tesellide bulunmuş, ancak ömründe daha böyle bulutlu alınlara rastlamamıştı. Hastahanede cismanî (bedenî) acılar içinde kıvranan Kurt Hasan'ın yüzü bile bu derece karışık değildi. Besbelli bunlar, hayatlarından kıymetli olan vatanlarını yitirmişlerdi. Yarınki Çanakkale savunucularının vicdanını, tamamiyle masum olmalarına rağmen, ihtimal bir sorumluluk duygusu muazzep ediyordu. Mehmedçiklerin perişan haline acırken, Mahmud, kendi dertlerini bile unutmuştu. Üç Yunan süvarisinin Hükümet Konağına gelişi haberi yayılır yayılmaz, Rum evlerinin pencerelerinden beyazlı-mavili bezler sarkmaya başladı. Öğleden sonra bütün Selanik fistanlı Yunan Efzunları ile doldu. Arabalarla geçen sakalı komitecilere Rum kadınları çiçek atıyorlardı. Mahmud, aralarından iki ay önce ansızın ortadan kaybolan sınıf arkadaşı Georgi'yi tanır gibi oldu. Sosyalistlik taslayan, Arapça derslerinde sıra altına saklanıp ispiranto dilini öğrenen arkadaşını haydutların arasına atan saik'i (sebebi) bulmak güçtü. Mahmud, Kemer'in yanına vardığında, serserinin biri ansızın fesini kaptı, parça parça ettikten son¬ra yere attı. Ayranı kabaran bir İşkodra'lının bu yüzden süngülendiğini Mahmud sonradan işitti. Mahmud, hakaretlere uğramamak için hüviyetini gizlemeye karar verdi ve bir kalpak satın aldı. Mektebe döndüğü zaman orasını karmakarışık buldu. Hafif yaralılar, esir düşmemek için kaçıyorlardı. Amma nereye? Onu Allah bilir. Komşudaki Rum ka-dınları fırsattan yararlanarak avluya girmişler, açık mutfaktaki tabak ve karavanaları aşırmaya koyulmuşlardı. Mahmud yukarıya çıktığı zaman telâş içinde koşuşan Sertabib ile kar¬şı karşıya geldi.
? Akşama mektebi Bulgarlar işgal edecekler. Onun için herkes şimdiden başının çaresine baksın.
? Peki, ağır yaralılar ne olacak?
? Onlar Allah'a emanet. Son dakikaya kadar biz yan¬larında kalacağız.
Yapılacak bir şey yoktu. Mahmud bir-iki arkadaşı ile o geceyi Midhad Paşa Sanayi Mektebi'nde geçirdi. İlk Avusturya Loyd vapuru ile istanbul'a gitmeyi kararlaştırmışlardı. Ertesi gün Yunan askerlerinin geçit resmini gördüğünde perişan halleri gözünden kaçmadı. Bunlar, galipken böyle idi¬ler, ya mağlûp olsalardı?
Örfî idarenin ilân edilmiş olmasına rağmen, komiteci¬lerle, yağmacı askerler ve onlara kılavuzluk eden yerli Rum¬lar İslâm mahallelerine sarkıntılık etmeğe başladılar. Sokak¬larda silâh aramak bahanesiyle saat, çanta ve ne bulurlar¬sa alıyorlar, kırk paralık Arnavud çakısı da bundan istisna teşkil etmiyordu. Mahmud bütün tehlikelere rağmen şehri dolaşmaktan kendini alamadı. Tecessüs, tehlikeye üstün gel¬mişti. Ayazma Camii'nin önünden geçerken sarhoş Yunan askerlerinin camiin alemine nişan aldıklarını gördü. Bir kuşak fişek harcadıktan sonra, tesadüfün de yardımıyla, alemin ucundaki ay kopup, camiye komşu bir müslüman evinin bahçesine düştü. Palikaryalar kendilerinden geçkin bağırışırlarken Mahmud, hemen duvardan atladı, vakit geçirmeden hilâl'i alıp yandaki kapıdan savuşup gitti. Pelerininin altına sakladığı aziz hâtırayı kimse görmedi. Heyecandan kızaran çehresi kimsenin dikkatini çekmedi.
Üç gün sonra o, Türk'ün Selanik'te düşen hilâli ile birlikte yolda idi. Loyd Vapuru, körfezin gümüş sırmalı sularında yol aldıkça Hortaç dağının eteğine yaslanan beyaz şehir, bir kartpostala sığacak kadar küçüldü. Sultanî Mektebi, öbür binalara karışıp gözden silindi. Beyaz Kule tahtadan yapılı ufacık bir silindire benziyorsa da, keskin bir göz, tepesinde Yunan bayrağının sallandığını ayırdedebilirdi. Mahmud, bunu görmemek için yüzünü başka yöne çevirdi. Gözleri yaşlı idi. Tekrar baktığında, aynı yerde kırmızı Osmanlı Bayrağının dalgalandığını görür gibi oldu. Acaba bu bir serap mı, yahut bir gün orada hilâl'in tekrar yükseleceğine delil mi idi? Bunu şu anda kimse kestiremezdi. Rumeli'de kalan Türk göllerinin Arnavutluk dağlarından ve Balkanlar¬dan inen nehirlerle birleşerek Selanik körfezine bir gün taş¬ımayacağı ne malûm?..
-III-
Cihan savaşının alevleri Avrupa'yı kasıp kavururken Kaşgar'dan onun yalnız dumanları gözüktü. İrlanda'dan Kamçatka'ya kadar olan sahada insanlar yekdiğerini boğaz¬larken, denizlerde boğmaya çalışırken, Kaşgar'da insanlar tabiata karşı savaş açtılar ve onun teshirine (zabtına) şen ve şatır türküler söyleyerek kazma kürek ile gittiler. Vaktiy¬le çölün istilâ ettiği mamurelerin ihyasına (diriltilmesine) çalışıldı. Kanallar açıldı. Kum eksübelerine (tepelerine) ağaçlar dikildi. Dünyanın her tarafında insan kırılırken, bu¬rada çoğalıyordu. Medenî Avrupa'da devletler korsanlık ederken Kaşgar ve Yarkend'de Hind, Afganistan, Nefsi Çin, Batı Türkistan kervanları buluşuyor, hemcinsinin elindekini kapmaya lüzum görülmeden herkes kazanıyordu. Göçebe Kırgız'ın aklına sığmıyor: Toprak için neden savaşmak gerekli olsun? Günbatısında toprak gerçekten dedikleri gibi dar ise, niçin şu deretnotları ( denizaltılar) söküp yerine koca dubalar yaparak ve içine toprak doldurarak bahri muhitlere açılmıyorlar, orada seyyar adaların üstünde ekin ek¬miyorlar ve meyva yetiştirmiyorlar? Semiz deve ağırlığın¬daki demiri beş-on konak mesafeye atmak için topları buluyorlar da neden pek basit olan bu meseleye akılları ermiyor? Anlaşılan savaşlara sebep ekmek azlığı değil de insanların fenalığıdır.
Kaşgarlı'lar Cihan Savaşında Siberya tundralarında aç biilâç dolaşan Türk, Alman, Macar esirlerini de kucaklarına aldılar. Türk zabitleri (subayları) Kaşgar mekteplerinde muallim oldular. Maarif programlarında mühim değişiklikler yapıldı. Cihan tarihi ile birlikte Türk-Tatar tarihinin ve ede¬biyatının öğretilmesine karar verildi. Orta mektepleri bitiren her gencin Alp-Arslan'ı, Fatih'i, Süyümbike'yi, Fikret ile Tokay'ı iyi tanıması şart idi. Almanlar'a gelince, onlar, sanayihanelerde ustalığı tercih ettiler. Macar esirlerinin yanında birkaç âlim vardı. Onlarla birlikte bir ilmî araştırma merkezi kuruldu. Çöllerde yapılan eski eser araştırma ve kazıları sonunda, eskiden Von Le Coq'ın "Çin Türkistan'ında vaktiyle on milyon insan yaşarmış, sonra çıkan kargaşa¬lıklar yüzünden su kanalları bozulmuş, çöl genişleyince insanlar dağılmış" diyen görüşü güç buldu. Türk halkının efsane, menkıbe, türkü ve diğer musikisi derlendi. Çünkü bilmiyorlardı ki, bunlar bir milletin değerli hazineleridir. Millî edebiyat hep bunlardan kuvvet alır. Bilginin arıtılması ve yayılması için kurulan derneklere engel çıkaran olmadı. Yer¬li idare beylerin elinde idi. Çin Türkistan'ı yalnız dış siya¬set bakımından Pekin'e bağlı idi. Kaşgar'ın eskiden pek şöhretli olan, sonradan çöken medreselerini düzeltmek için Kazan'dan, Mısır'dan müderrisler (profesörler) davet edildi, ileride bu medreselerde; arap, tatar, Özbek, Afganlı, hattâ Bosnalı öğrenciler feyz almaya gelirlerse buna şaşmamak gerekir. Eski medreseler islâm medeniyetinin beşiği idi.
İstanbul Darülfünunu ilahiyat bölümünde bir müddet feyz aldıktan ve Avrupa'da da bir üniversiteden mezun ol¬duktan sonra memleketine dönen Mahmud, Kaşgar'ı eskiye kıyasla ilerlemiş buldu. İhtiyar pederinin yerine imam oldu. O yıl Pazar mahallesi mektebinin yanına güzel bir cami ya¬pılıyordu. Son hazırlıklar bitmek üzere idi. Şehrin beyleri minareye konacak olan "gombez" adı verilen alemin ucundaki hilâlin gümüş yahut altın kaplamalı olup olmayacağı tartışılırken bir karara varamayınca, hoca efendiye danış¬mayı uygun buldular. Mahmud onlara; oturduğu odanın duvarına asılı hilâli göstererek:
? İşbu hilâli gombeze (yuvarlak kürrelerden ibaret kısım) eklerseniz daha büyük değer kazanır, dedi. Onlara hilâl'in hikâyesini anlattığı zaman, hepsi aziz andacı elleri¬ne alarak öptüler. Bazıları abdestsiz oldukları için üzgün idiler.
İki hafta sonra yeni camiin kuşat resmi yapılacak ve imam efendi de ilk cuma namazını kıldıracaktı. Hayır derneği tarafından Avrupa'ya tahsile gönderilecek elli öğrencinin milletle vedalaşması ve teşyii de o güne talik edildi. Herkesin sabırsızlıkla beklediği kutlu gün nihayet gelip yetti. Merasimde hazır bulunmak isteyen göçebe Kırgızlar, uzak yerlerden develerle gelmişlerdi. Camiin avlusu daha erkenden çoluk-çocuk ile doldu. Çin valisi de reayasının sevincine katıldığını göstermek için resmî kıyafeti ile gelmişti. Yerli askerler, alemin üstündeki yeşil bez çekilirken havaya silâh atarak onu selâmladılar.
Hoca Mahmud Efendi, hazırlanan kürsüye çıkıp dua ettikten sonra bir kısa nutuk söyledi. Sözlerini bitirirken:
? Türklüğün batıda gurup eden hilâli doğuda yeniden yükseldi. Tann'ya şükürler olsun, dedi.
Ahalinin sevinci sonsuzdu. Her ağızdan "İzgü Mescid, İzgü Mescid" nidası yükseldi. Camiin içerisine girip sünnet namazını kılanların birçoğu, bu coşkun seslere kulak verdikleri için kaçıncı rekâtta olduklarını şaşırdılar. Tahsile gidecek gençlere ihtiyarların ön safında yer verilmişti, imam efendi hutbesini Türkçe söyledi. Cenâb-ı Hakk'a hamd edip, Peygamber'den şefaat diledikleri, Hülefâ-i Râşidîn'e dua ettikten sonra tahsile gidecek gençlere ve onların vazifeleri¬ne sözü getirerek hutbesine aşağıdaki veçhile devam etti:
-IV-
TÜRK GENÇLİĞİNİN MİLLÎ VAZİFESİ NE OLMALIDIR?
"Kaşgar'dan Cevap"
Kaşgar Cemiyet-i Hayriyesi tarafından elli efendinin Avrupa'ya tahsile gönderilmesi müna-sebetiyle Türk Gençliğinin vazifelerine dair Hoca Mahmud Efendi'nin Kaşgar Camiinde söylediği Türkçe hutbedir:
"Utlubu el ilme velev fi el-Sin"
? ilim Çin'de olsa talep ediniz. Biz ki Çin'deyiz. Memleketimizde olmayan ilmi Hadîs-i Şerîf'ten anlaşılacağı üzere dünyanın öbür köşelerinde Avrupa ve Amerika'da aramalıyız. Ey Türk Gençleri! "Marifet" balını toplamak için arılar gibi dünyanın her tarafına dağıtınız. Yalnız zehirli çiçeklerin usarelerinden kendinizi sakınınız. Avrupa bütün kusurlarına rağmen bir irfan mektebidir. Orada hareket var, hareket olan yerde ise hayat var. Halbuki şark, asırlardan beri uyuyor. Bilmem hatırlar mısınız, masallarda bazı tılsım-lanmış şehirler vardır. Sihirbazın ağzından çıkan bir kelime¬nin tesiri ile orada insanlar, hayvanlar oldukları yerde do¬nup kalırlar. Sihir çözülünce tekrar işlemeye başlar. Bütün şarkı ben şu şehre benzetiyorum. Başımıza bir lanet çöktü, hayat durdu. Bu menhus sihri çözecek sizsiniz. Bu sizin vazifenizdir. Görmüyor musunuz, Japonya kendisini kurtardı. Neş'e ile kollarını oynatarak bahrî muhitlerde kürek çekiyor. Nefsi Çin (esas Çin) ağır gövdesini kımıldatıyor. Lâkin Türk -Tatar dünyası hâlâ Mısır heykelleri gibi samit (susuyor). Türklüğün hayatı terakkide (ilerleme) göstereceği kabiliye¬te (yeteneğe) bağlıdır. Milletlerin yarışında geri kalırsak vay halimize! Zamanın durmadan yuvarlanan ağır silindiri arkamızdan yetişip çiğneyecek.
Beşeriyetin tekâmülünde (insanlığın gelişiminde) Türk Milleti kendine bir pay ayırmalıdır. Türk - Tatar bir an önce terakki kervanına katılmalıdır. Atı sürecek sizsiniz, bu sizin vazifenizdir. Türk gençliği mücadeleyi benimsemeli. Bun¬dan kurtuluş yok. Ufak bir tereddüt intihar demektir. Türk gençliği vatan için gerektiğinde bir asker olarak ölmeyi göze aldığı gibi, yaşamasını da bilmeli. Bu yaşayış ihtimali ona çok defa ölümden de ağır gelecek ise de katlanmak gerekir. Mücadelenin bu çeşidi bir askerin ölümü kadar şereflidir. Ben Türk gençliğinden yalnız bir şey bekliyorum: Fedakârlık. Fedakâr olduğu andan itibaren o hizmetin yollarını kendisi arayacak ve onu muhakkak bulacaktır, iyi ama bu fedakârlığa karşı bizim mükâfatımız ne olacak diye soracaksınız. Yıkılan bir ülkenin diriltilmesi şerefi sizin olacak. Ben size bundan daha büyük bir mükâfat va'detmiyorum, çünkü edemiyorum. Yüksek mevkilere geçmek ve meşhur olmak için sabırsızlık göstermeyiniz. Büyüklük yüksek sandalyeye oturmakla değil, büyük hizmet etmekle olur. Siz, vatana, millete büyük hizmetler yapınca, şöhret de sadık bir köpek gibi arkanızdan gelecek, koğsanız da gitmeyecektir.
Hal ve hareketlerinizi teftiş için Avrupa'ya yüksek maaşlı müfettişler gönderecek değiliz. Maarifimizin bütçesi buna elverişli değildir. Yurt batsa da, çıksa da sebepçisi biz olacağız diyen sorumluluk duygusunun vicdanınızda uyanması gerekir. Milletin güveni size sonsuzdur. Bu güven duygusunun yıkılmamasına dikkat ediniz. O, yıkıldığı anda bütün ümitlerimizi de harabeler altında bırakacaktır. İçinizde; hesaptan, cebirden zayıf olanlar, gideceği memleketin dilini bilmeyenler bulunur. Bunların hepsi öğrenilebilir. Ancak seciyeniz (karakteriniz) çürükse, onun telâfisi artık güç olur.
Bir milletin gerçek gücü, okumuş ferdlerinin sayısı ile nisbetlidir. En büyük milletler en kalabalık değil, en medenî olanlardır. Bir avuç Finlinin Ruslar'a karşı kazandığı başa¬rının sırrını bu noktada aramak gerekir. Siz beş yıl sonra ilimize döndüğünüz zaman, Türk milletinin medenî gücünü teşkil edeceksiniz. Ancak, sonra bilginizi halka yaymalısınız. İlim bize süs için değil, hayat için gereklidir. Aynı hususu edebiyat için de söyleyebiliriz. En büyük Macar inkılâpçıla¬rından Baron Eötvöş Jozsef, "Milletin büyük meselelerinden ayrılan edebiyat sevimli bir oyuncak derekesine alçalır" diyor. Dar bir muhit için edebiyat yapılmaz. Yetişen şair ve edibler, halka kendi dili ile hitap etsinler. Zavallı köylü açık dille yazıldığı zamanda o eserleri anlamakta güçlük çekecektir. Sözlüklerden avlanan arapça, farsça kelime ve terkipler kullanarak bu güçlüğü neden bir kat daha artırmak icabetsin? Bizde güçlü bir orta sınıfın bulunmamasından en başta edebiyatımız sorumludur. Yalnız dilin Türkçe olması yeterli değil, ruhların da Türk olması şarttır. Yeni edebiyat dilde sadeliğe gitmekle beraber, iç değeri bakımından bü¬yük bir yenilik getirmedi. Hattâ "Enderun" edebî mektebi seviyesine ulaşamadı. İlham kıtlığında imdada yetişen sahte kalıp ve kelime hicranları yerine Leylâ ile Mecnun'un hicranını, bakir Anadolu kızlarının gerçek hicranını dinlemek isteriz. Dante, Şekspir, Göthe, Hugo, Petöfi, Tagore, Tolstoy gibi adların yanına birkaç Türk adı buluncaya kadar, Türk milleti edib ve şairlerinden daha mükemmel eserler iste¬mekte ısrar edecektir. Şarkta kanaatçılık bir hastalıktır. "El¬hamdülillah" yanlış tefsir edilmesin. Hale kanaat etmemek, daha iyiyi aramak ilerleyişin miyarıdır. "Bir Mustafa Kemal Paşa'nın edebiyat sahasında da yetişmesi lâzımdır ."
Türk gençliği ilim ve irfanını iki kaynaktan sağlayabilir:
1 ? Tekniği batıdan,
2 ? Harsı (kültürü) ise batıdan öğreneceği usullerle kendi millî geleneklerinden, halk efsanelerinden, millî tarihten, millî edebiyattan ve ikinci derecede kültür bakımın¬dan kendine yakın olan diğer şarklılardan. Arap ve Acemlerle uzun komşuluk, tesirsiz kalmadı. Firdevsî ile Sadî, elbette ruhumuzda Homer ile Virjil'den daha yakındır. Garp kendi yorgun harsına, yeni güç kazandırmak için şarka yöneliyor, yeni motifler arıyor. Bir Lâtin atasözü "Aydınlık şarktan gelir" diyor. Yalnız sanatta değil, diğer manevî sahalarda da bu böyledir. Garbın imanı sarsıldı. Boşlukta kendisi için tutunacak bir yer arıyor. Avrupa'da "budizm muhib-leri"nin çoğalması bununla açıklanabilir. Garbın kötü ve za¬lim siyasetçileri, asırlarca özenip yapılan medeniyet yapısını, bombalarla tahribe koyuldular, ilmin bulduğu şaşılacak keşifler zulüm ve istibdada âlet oldu. Son sistem savaş uçakları, eşek arısı gibi havada vızıldarken, telsizler her tarafa, milletlerin imhası için emirler yağdırıyordu. Çift hatlı trenler, durmaksızın sınırlara cephane taşıdı. Atlas denizinin ılımlı ikliminde gölge salan medeniyet ağacı, savaşın fırtınasında, kökünden sallandı. Halbuki her ağaç gibi o da hareket etmeyen toprağı sever. Zikri geçen medeniyet ağacının bir gün sulh ve sükûn yuvası olan Kaşgar'ımıza da gölge salmayacağı ne malûm? İstikbâl şarkındır. Bu arada Türk gençliğini çok vazife bekliyor. Askerlik ve teşkilâtçılıkta kazanılan birinciliği; medeniyetin diğer sahalarında da kazan¬maya çalışalım. Daha parlak bir gelecek varken, geçmişe neden bağlı kalınsın? Türk anaları yalnız cihangirler değil, büyük âlim ve kâşifler de doğurabilir! Türk milleti şimdiye kadar da medenî kabiliyetini daima isbatlamıştır. Arapça ifa¬desini bulan ve Araba mal edilen İslâm medeniyetinde Acem ile birlikte Türk'ün de arslan payı vardır. Tarafsız batı âlimleri, bunu Türk ve Fars medeniyeti hesabına kaydetmekte tereddüt göstermezler. Semerkand, Bursa, Edirne, Konya ve istanbul'da Türk mimarisinin ölmez anıtları vardır. Hind'deki "Tac Mahal" de bizimdir. Türk'ün medeniyete hizmet eden büyük adamları vardı, ilerde de olacaktır.
Türk gençliğinin gelecekteki mefkuresi (ülküsü) ne olacak? Dilde, fikirde, işte birlik diyen Gaspıralı İsmail'in, bu büyük Türk'ün adını elbette hepiniz duymuşsunuzdur. Mukaddes amaca varmak için o, Kırım'da tam otuz yıl çalıştı. Gaspıralı'nın yarıda bıraktığı işi alıp götürmek gençli¬ğin vazifesidir. Dilde birliğe ihtiyaç var. O sağlanamadan anlaşamayız. Fakat bu nasıl olacak? İstanbul ağzına mı bağlı kalalım? Güney Türkleri, hattâ dış Türklerden pek çok kim¬se buna taraftardır. Gaspıralı, dilde birlik dediği zaman, tekmil ağızlara (lehçelere) dayanan, Kırgız'ın da, Anadolu Yürüğünün de anlayabileceği bir ortak dil, ortak kültür ve ilim dili kastediyor. Acele karar vermeden önce Türk dillerini ve kaynaklarını.iyi tanımak, kelime hazinesini derle mek, şivelerin özelliklerini incelemek gerekir. Taş ve tuğla hazırladıktan sonra, ancak bir bina yapılabilir. Türk akademileri meseleye eğilir; yayın organları akademilerin tavsi¬yesine uymaya çalışır; okullarda orta dil üzerine ders yapılır; faturalarla sinsice yurda sokulan, siyasî ve iktisadî kapitülâsyonlar kadar zararlı ve doğrudan doğruya dimağlara yuva kurduğu için daha da tehlikeli olan, manevî alandaki kapitülâsyonlara gerekirse kanun gücü ile sed çekilir vb. Görüyorsunuz, dilde birlik kendi arkasından pek çok mesele çözümünü gerektiriyor. Dilde birlik aslında, işte birliğin bir cüzüdür (bölümüdür), işte birlik ise, fikirde birlik ile olur. Düşüncemiz bir olduğu andan itibaren, mektep programları ile dış politikaya kadar her bir millî faaliyette uygunluk ve dayanışma olacaktır.
Gaspıralı'nın gösterdiği şu yol bizim Türkçülüğümüz-dür ve medenîleşmek sözü ile ekizdir. Buna ne Arab'ın, ne de Acem'in kızmaya hakkı yoktur. Onlar da aynı terakkiyi gösterdikleri zaman biz alkışlayacağız. (Burada Turancılık; yanlış tefsirlere yol açabileceği için kullanılmamıştır. Turan iran'a karşılık coğrafî bir terimdir. Turan'ın yanlış tefsiri, başımıza dert açabilir. Ziya Gökalp'in Turancılığı Türk kültür birliğidir.)
Türkler, Alpin ırkının Turanid zümresine, dil bakımından Ural-Altay dil ailesinin Altay koluna mensupturlar. Bu yoktan var edilmiş olmayıp, tarihin yarattığı tabiî bir sonuçtur. Yekdiğeri ile kesişen iki daire tasarlarsak, dairenin bir tarafında Türklerle birlikte Araplar, Acemler, Boşnaklar, bir kısım Hindliler, Afganlılar vb. yani müslümanlar; ikinci daire yine Türk-Tatarlarla Altay dil ailesine mensup kavimler: Çuvaş, Yakut, Mongol, Mançu-Tonguz, Kore, Japon (?)lar bulunur. Birinci daire muhtemel ırkî ve dil birliğini, ikin¬ci daire din birliğini gösterir. İki dairenin kesiştiği yerde Türk milleti vardır.
Türkler'in siyaset âleminde ve dünya tarihinde tuttukları mühim mevki hep bundan ileri geliyor. Bu durum ba¬şımıza birçok sıkıntılar yükledi. Lâkin kurtuluş ve yükselişimizi de yine ondan bekleyebiliriz. Çünkü biz oyuz, başka türlü olamayız. Düşmana hoş görünmek için ne müslüman olduğumuzu (islâm'ın kılıç ve kalkanı olduğumuzu), ne de Altay dil ailesine mensup olduğumuzu inkâra hacet yok! inkâr etsek de inanmazlar; çünkü onlar, birçok hususta, bizi bizden daha iyi tanıyorlar. Hakkımızı ve hayatımızı kabul etmeyen düşmanlara karşı, kendimizi savunmak için bütün Kuvvet kaynaklarımızdan faydalanmak zorundayız. Gerçek bir Türk genci Sibirya'nın kuzeyindeki Yakutlar'a sunduğu sevgiyi Trablusgarb'in (Libya'nın) bedevilerinden esirgemeyecektir. Biz cihangirlik sevdasında değiliz. Toprakları¬mızdan çekilen DÜŞMANLA DA BARIŞMAYA HAZIRIZ. Çünkü, bizim imanımız kin değil sevgidir. Türk'ün yârelerinden beşeriyetin (insanlığın) en saf ve temiz kanı akıp gidiyor. Bu yarayı bir an önce sarmak gerekir. Cihâna karşı haklı ol¬duğumuzu ey gençler siz tanıtacaksınız!.. Avrupa ve Amerika'da Türk'ün aleyhine zararlı akımlar var. Onların önü¬nü siz alacaksınız. Garb ile şarkı siz barıştıracaksınız. Bu si¬zin vazifenizdir. Japonlar Amerika'daki öğrencilerine birer dış temsilci olarak bakıyorlar. Avrupa pây-i tahtlarında elçiler, konsoloslar bulundurmayan Kaşgarlılar için bu mesele daha da büyük ehemmiyet kazanıyor. Gittiğiniz ülkelerde daha yeşil yurtlara, isviçre gibi mamurelere rast geleceksiniz. Memleketinizle kıyasladığınız zaman, ruhunuzda bir ürper-me duyacaksınız, ihtimal, hatırınıza, şarkın harabelerinde se-vilebilecek ne var diyen bir şüphe gelecek. Rica ederim o vakit şu suali kalbinize bir kere daha sorunuz, cevabını ken¬diniz bulacaksınız. Anavatanınıza karşı bağlılığınızın bir kat daha kuvvet kazandığını duyacaksınız. Siz Türk milletinin yoksulluğunu gidermekle yükümlüsünüz. Şark gerçekten hastadır. Avrupalıların bunu söyledikleri zaman haklan var. Ancak bunu söylerken garbın da fena hasta olduğunu ek¬lemeye dilleri varmıyor. Hastalıktan nefret edebilirsiniz. Lâkin, nâzik bir doktor olmak isterseniz, hastanın kendisini sevmelisiniz. Türk milletinin bütün dertlerini benimsemelisiniz. Kırım'daki BİR FELÂKET İÇİN Kaşgar Türkü'nün yüreği sızlamalı, Sakarya'daki muvaffakiyetlerin yankısı Buhara'da, Kırgız Bozkırlarında duyulmalıdır.. Osmanlı Türkleri, şarkı garba karşı savuna savuna Tunca'ya kadar gerilediler. Daha fazla gerilemekten Cenâb-ı Hak korusun. Bütün Türkler, Çin müsiümanlan da dahil olduğu halde bütün şarklılar Türkler'in yardımına koşmalıdırlar. İstanbul yalnız Osmanlı Türklerinin değil bütün Türklerin ve müslümanların hazi¬nesidir. Bir Ayasofya'ya karşı orada Türk'ün yedi Ayasofya'sı var. Süleymaniye ve Sultanahmed'in kubbeleri Lloyd George'in avcuna sığmaz. Şark meselelerini Londra ve Pa¬ris'te halledemeyecekler, şark gençliği onu şarkta hallede¬cektir. Bir defa daha ortaya çıkarlarsa tekrar halledecekler¬dir. Buna yalnız sizler selâhiyetlisiniz. Bu sizin vazifenizdir.
Türk gençliğinin yılmadan, bıkmadan çalışması gerekir. Anadolu'nun, Türk dünyasını bir hamlede kurtaracağına inanmak, büyük hata ve buna başkalarını inandırmaya ça¬lışmak şarlatanlıktır. Anadolu ve genel olarak şark pek güç ve yavaş yavaş kurtulacaktır. Anadolu'nun çöle dönen sa¬halarında fedakâr bir muallim, bir doktor, bir mimar, bir nahiye müdürü, elbirliği ile çalışırlarsa, ancak bir vaha yara-tabilir. Zikri geçen vahaların sayısını çoğaltmak gençlerin vazifesidir. Anadolu için sağlık meselesi, mesken, tarla, sapan, öküzü semirtme, toprağı derin sürme, ziraî sanayi, şose yapma, köprü kurma, bataklıkları kurutma, inciri-üzümü iyi bedelle satma, ölmesini tevekkülle karşılayan köylü¬de yaşama hırsını arttırma, ormanları yakan çobanın kula¬ğını çekme, numune çiftlikleri kurma (köylüye uzun söz söylemekten iyi örnek göstermek yeğdir), meseleleri ve kı¬sacası bir işe baş ulama sorusu var.
Mezarlıktaki selvileri kesip yakmamak, topraktan sızan petrol damarları karşısında ağız açıp bakmamak, zeytin çe¬kirdeğini işe yaramıyor diye atmamak, Ankara tiftik keçisini Güney Afrika'ya kaçırtmamak, hacıları simsarlara soydurtmamak, türbe ve camilerdeki çinileri çaldırtmamak, hisse senetlerini yabancılara kaptırmamak meseleleri de var? Garb için olduğu gibi şark için de henüz çözülmemiş bir kadın meselesi var. Umum nüfusun yarıdan fazlası kadın, kız teş¬kil ederken, kadınlığa bir mevki vermemek Türk cemiyetini sakat ve mefluç bırakmak demektir. Savaşlardan dolayı aza¬lan erkeklerin yerini kadınlarla telâfi zarureti hâsıl oldu. Anadolu'daki Fatma ve Ayşe'lerin fedakârlığını gördükçe, tarihteki Kartaca kadınlığına hiç gıpta etmiyorum. Yalnız bir tavsiyem var: Kadınlar haklarını korumasını kendi ellerine almalıdırlar. Erkekler ne kadar olsa onların manevî ihtiyaç¬larını takdir edemezler. Ayrıca gençleri evlendirmek, dü¬ğünleri daha az masraflı yapmak, okul açmak, iyi bir oku¬ma kitabı yazmak, kış ortasında yalınayak gezen nezleli fa¬kir çocuğa çarık alıp vermek, kütüphanedeki farelere kapan kurmak, halk efsane ve masallarını derlemek, şark musiki¬sini meyhaneden çıkarıp salona koymak, garp musikisini mekteplerde öğretmek, İsveç usulü beden terbiyesine, gü-reş, okçuluk, ciritçilik gibi millî sporları diriltmek, halay, zeybek, bar, horon, kaytarma (Kırım) gibi raksları yozlaş¬tırmadan kitleye mal etmek ve iyi gelenekleri bir hazine gibi korumak vb. meseleleri var. Bizim için bunlardan daha mühim mesele olamaz. Hayretle baktığımız milletlerin me¬deniyetleri hep bu gibi ufak maddelerden ibarettir. Ancak, bunlar hepsi bir arada iktidar teşkil eder. Sayıldığında basit gibi görünen, ancak işe başlayınca güç olduğu beliren bü¬tün bu meselelerin halli Türk gençliğinin vazifesidir. Fik¬ret'in Ferda'sı uzun ve çetin yolumuzda rehberiniz ve Tanrı yardımcınız olsun. Âmin.
-V-
Cuma namazının edasından sonra herkes camiin avlu¬suna çıktı. Kaşgar'ın en zengin tacirlerinden Said Ay Togan Bey, Hoca Mahmud'un yanına gelerek:
? Hoca Efendi, gençlere söylenecek en mühim öğüdü unuttunuz, gittikleri yerde ecnebi kızı almamalarını tavsiye ediniz. Kulak misafiri olan Ali Osman Ağa:
? Yetişmiş kızların var da onun için böyle söylüyor¬sun, diye lâtife etti.
Hoca Mahmud:
? Said Ay Togan Bey'in hakkı var. Ben de onun gibi düşünüyorum. Gençler ecnebi kızı almamalı, alırsa bir da¬ha bırakmamalıdır, dedi.
Öğrencileri götürecek kervan hazır duruyordu. Veda¬laşmak çetin oldu. Yüklü develer hareket ettiği zaman Mah¬mud, kapının önünde durdu. Kervanın gittiği tarafa yönele¬rek, yerli âdetten olduğu üzere yolcuları teşyi için yanık bir ezan okudu. Kervan uzaklaştıkça evlerin pencereleri, sonra çatıları yavaş yavaş yere sindi. Büyük değirmen, te¬penin arkasına saklandı. Yolcular, ağlarım korkusu ile dö¬nüp bakmaya cesaret edemiyorlardı. Yalnız develer, arasıra başlarını çeviriyorlardı. Alçak vadiyi geçip, önlerine çıkan tepeye tırmandıkları zaman bütün Kaşgar bir defa daha gö-züktü. Izgü Mescid'in minaresindeki parlak hilâl uzaklaşan¬ları şefkatli nazarları ile süzdü, süzdü..
? SON ?
Hâmit Zübeyr 10 Kânunusani (Ocak) 1922
|